"Üzgün Yüzleriniz"
Adalet… Adil olma durumu.
Gözleri bağlı, bir elinde kılıç diğer elinde terazi olan bir kadın heykeliyle betimlenmiş. Ne ironiktir ki, belki de tüm dünya tarihi boyunca varlığına, var oluşuna adalet aramış bir cinsiyetin elleri arasında tasvir etmeyi seçmişler. “Sana bu kadarı yeter” diyerek -mış gibi üretilmiş çözümler tiyatrosunda bir piyes miydi yoksa bu da? Belki de bir kadının elindeyse eğer terazi, tekmelemesi de daha kolay olur diye düşünmüştür birileri… Sembolik bir figür dahi olsa görünmesine “izin verilmiş” olması, günümüz coğrafyasında kadının mücadelesini düşününce şaşkınlık uyandırıyor ne yazık ki.
Adalet… Hak ve hukuka uygunluk; doğruluk.
Her ne kadar sembolik olarak temsilinde ellerimize emanet edilmiş gibi görünse de en çok peşinde koşturan kadınlar olarak, son günlerde her birimiz için mücadelesini verir olduk. Bir yerlerde zerresi kalmıştır diye umarak; her bir köşe başını yokluyor, her taşın altını kaldırıp bakıyoruz ancak haybeye sarf edilmiş bir çaba olduğunun da çok farkındayız. Ah bizim bu bitmek tükenmek bilmez ümitlerimize olan sevdamız… Ellerimizde tekmelenmiş olan terazinin dengesi şaşalı belki de yıllar olmuş yine de pes etmeden inançla kocaman çabalar veriyor oluşumuzla gururlanıyorum.
Sadece bir kelime ve onun tasvir edilişi üzerine dahi on bin kelimelik sosyolojik çıkarım yapabilirim sizlere. Ciğer soldurmalı uzunluktaki cümleleriyle nam salmış biri olarak, şimdilik bu heykelin derin manasından ve malum kelimenin anlamının bir boşluğa dönüştürülüşünden bir nebze de olsa uzaklaşıp fener ışığımı başka bir gerçekliğe yöneltmeyi seçiyorum: “Üzgün Yüzlerinize…”
Bir sabah uyandığınızda, sadece “uyanmış” olduğunuz için “suçlu” olabileceğiniz bir dünyanın girdabında kaybolmadan, yine bir sabah uyandığımızda özgürlüğümüzü kutlayacağımız, danslar edip kulak kanatmalı seslerimizle şarkılar, türküler söyleyeceğimiz, çığlık çığlığa en “kadın” kahkahalarımızı savuracağımız sağa sola, sevgide cömert, anlayışta özenli, yenilikte cesur olduğumuz bir günün umuduyla ve sizlere ayna tutmak niyetiyle sözü Heinrich Böll’ün “Üzgün Yüzüm”e bırakıyorum. Hepinizin senden, benden, bizden bir şeyler bulacağına eminim…
“Benimle gelir misiniz?” dedi bir ses.
El omuzumdan çekerek beni geri döndürmeye çalıştı ama yerimden kımıldamadım, Bir silkinişte eli attım omuzumdan. Serinkanlı bir şekilde;
“Çıldırdınız mı siz?” dedim. O hala görünmeyen kişi
“Arkadaş!” dedi, ”Sözlerine dikkat et!”
“Anlayamadım beyim” diye cevapladım ben. O öfkeyle
“Bey falan yok aramızda” dedi. “Hepimiz arkadaşız.”
Bunun üzerine yan tarafıma geçerek, beni süzmeye başladı. Mutluluk içinde havada gezinen bakışımı boşluktan alıp, ister istemez onun uslu gözlerine daldırmak zorunda kaldım. Yıllar yılı ha babam işe koşulmuş bir manda kadar ciddiydi.
“Nedeni?” diye başlayacak oldum.
“Yeterli neden var.” diye cevap verdi. “Üzgün yüzünüz!” Güldüm.
“Gülmeyin” dedi.
Öfkesi, şaka değildi. İlkin tutuklayacağı vesikasız bir orospu, yolda yalpa vuran bir gemici, bir hırsız ya da bir kaçak ele geçiremediğinden canının sıkılmış olabileceğini düşündüm. Ama şimdi anlamıştım ki niyeti ciddiydi, beni tutuklamak istiyordu.
“Gelin benimle.” dedi.
“Peki neden?” diye sordum sakince
Göz açıp kapamama kalmadı, baktım sol bileğimde ince bir kelepçe. O anda anladım ki, halim gene dumandı. Son bir kez, havada uçuşan martılara çevirdim yüzümü, güzelim kurşuni göğe baktım, arkadan ansızın bir dönüşle kendimi suya atacak oldum; bir mahzende polisler tarafından boğulmaktan ya da deliğe tıkılmaktansa, bu kirli sularda öbür tarafı boylamak daha güzel göründü gözüme. Gelgelelim polis birden beni öylesine bir güçle kendinden yana çekti ki, başaramadım.
“Peki neden?” diye sordum bir kez daha.
“Yasa var, mutlu olmanız gerekiyor.” dedi.
“Mutluyum ben!” diye bağırdım.
“Üzgün yüzünüz.” dedi ve başını salladı.
“Ama bu yasa yeni” diye cevapladım.
“36 saat oldu çıkalı” dedi “Bilirsiniz ki yasalar ilan edildikten 24 saat sonra yürürlüğe girer.”
“Ama böyle bir yasadan haberim yok benim.”
“Haberinizin olmaması cezadan kurtarmaz sizi. Yasa önceki gün bütün hoparlörler ile bütün gazetelerle ilan edildi ve…” sözün burasında küçümser bir edayla baktı bana,
“...ve basının ve radyonun nimetlerinden yararlanamayanlara broşürlerle duyuruldu. Broşür atılmadık yol, iz kalmadı ülkede. Son 36 saati nerede geçirdiniz göreceğiz bakalım arkadaş!”
Bunun üzerine çekip götürdü beni. İşte o anda havanın soğukluğunu ve sırtımda palto bulunmadığını fark ettim. O anda açlığım son kertesine ulaştı, birden guruldamaya başladı midem. Ancak o anda anladım ki,pisliğe bulanmış ve tıraşsızım, partallar içindeyim. Oysa her arkadaşın temiz pak, tıraşlı, mutlu ve karnı tok olmasını buyuran yasalar vardı. Hırsız olduğu kanıtlanıp, düşlerini kurduğu bostan kıyıcığına veda etmesi gereken bir korkuluk gibi polis beni önüne katmış ite kaka götürüyordu. Yollar boş, karakol yakındı. Hani çok geçmeden bir neden bulup, beni yine tutuklayacaklarını biliyordum ama öyleyken kararı verdi yüreğim; çünkü polis çocukluğumun geçtiği, limanı gördükten sonra gidip dolaşmaya niyetlendiğim yerlerden geçiriyordu beni. Eskiden güzelliğini dağınıklığından alan çalılarla örtülü bahçeler, ağaçlardan geçilmeyen yollar şimdi düzenlenmiş, düzene sokulmuş, temiz pak dikdörtgenler halinde ulusal birliklerin Pazartesi, Çarşamba ve Cumartesi yürüyüşleri için hazırlanmıştı. Yalnız gökyüzü yine eskisi gibi, hava yüreğimin düşlerle dolup taştığı o eski günlerdeki gibiydi.
Önlerinden geçerken, kimi sevgi kışlalarında bu Çarşamba sırası gelip beden sağlığı ile ilgili zevklerini giderecekler için resmi başlama işareti bulunan tabelaların asılmakta olduğu çarptı gözüme. Kimi meyhanelerde, ülkenin resmi renkleri açık kahverengi, koyu kahverengi, açık kahverengi ile çaprazlama boyanmış tenekeden bira kupalarını içkiye bağlama işareti olarak meyhanenin kapısından dışarı savurup atmaya yetkili kılınmıştı anlaşılan. Resmi listeye göre bugün içki sırası gelip Çarşamba birasından paylarını alacakların yüreklerini kuşkusuz sevinç doldurmuştu. Kiminle karşılaşsak halinde açıktan açığa bir hamaratlık seziliyordu. İnce bir hamaratlık havasına bürünmüşlerdi. Polisi görür görmez, hamaratlıkları kuşkusuz artıyordu. Hepsi hızlı hızlı yürüyor, görevlerinden başka bir şeycik düşünmeyen bir yüz takınıyorlardı. Mağazalardan çıkan kadınların, yüzlerine kendilerinden beklenen o sevinçli ifadeyi vermeye çalıştığı görülüyordu; çünkü akşamları önlerine nefis yemekler çıkararak devletin işçilerinin çanlarına taze can katmakla görevli ev kadınlarının, görevlerinden ötürü sevinmelerini, yüzlerinin gülmelerini buyuran yasalar vardı.
Ama bütün bu insanlar ustalıkla bizden kaçıyor, biri de çıkıp yakınımızdan geçmiyordu. Yolda canlı adına gördüklerimiz, kendilerine yirmi adım kadar kala yitiveriyordu gözden; herkes acele bir mağazaya girmeye ya da köşeyi kıvrılmaya bakıyordu. İçlerinde yabancı bir eve dalıp ayak seslerimiz duyulmaz oluncaya kadar korkuyla kapı ardında bekleşenler de vardı sanırım.
Yalnız bir defasında,bir yol kavşağından geçerken yaşlıca bir adamla karşılaştık. Şöyle göz ucuyla bakınca, üzerindeki işaretlerden adamın öğretmen olduğunu çıkardım. Artık bizden kaçabileceği gibi bir durum yoktu ortada; dolayısıyla önce yönetmeliğe uyup polisi selamladı (ki bunu da katıksız itaat işareti olarak elinin ayasıyla kendi başına üç kez vurarak yaptı), sonra görevinin gereğini yerine getirip, üç kez yüzüme tükürdü ve üç kez de
“Hain domuz!” diye bağırdı.
Tükürürken iyi nişan almıştı ama herhalde o gün fazla sıcaktan boğazı kurumuş olmalıydı ki, yalnız ufak tefek bir iki parça bir şey geldi yüzüme. Ben de bunları, yönetmeliğe aykırı olarak mihaniki bir davranışta bulunup kolumun yeniyle silmeye kalktım. O anda kıçıma bir tekme attı polis, belimin ortasına bir yumruk indirdi ve sakin bir sesle
“Kademe 1” diye ekledi ki bu bir polisin uygulama yetkisine sahip olduğu cezaların en yumuşağı ve ilki demekti.
Öğretmen, acele uzaklaşmıştı. Başka da herkes bir yolunu bulup bizden kaçıyordu. Yalnız bir kadına daha rastladık; uçuk benizli, şişko bir sarışın, gece zevklerinin eşiğinde bir sevgi kışlasının önüne çıkmış, yönetmeliğin buyurduğu havalandırma işini yapıyordu. Geçerken eliyle şöyle bir öpücük yolladı bana. Ben de teşekkür yollu gülümsedim, polis bir şey fark etmemiş gibi yaptı. Aldıkları buyruk gereği söz konusu kadınların öyle hareketlerine göz yumuyorlar ki, aynı hareketleri başka bir arkadaş yapsa ağır cezalara çarpılmaktan hiç yolu yok kurtaramaz kendini. Nedeni de genel çalışma şevkinin artmasına hatırı sayılır ölçüde yardımları dokunduğundan yasa dışı kimseler gözüyle bakılıyordu bu kadınlara. Bir hoşgörü ki, sonunun nereye varacağı devlet felsefesi filozofu Dr.Bleigoeth tarafından herkesin okuması gereken (Devlet) felsefe dergisinde ele alınıp, liberalizm başlangıcının bir belirtisi diye damgalanmış bulunuyor. Dün başkente gelirken uğradığım bir çiftliğin tuvaletinde elime bir öğrencinin, herhalde çiftlik sahibinin oğlunun pek zeki çıkmalarla donattığı birkaç sayfa geçti, ondan biliyorum. Bereket versin, sirenler çalmaya başladığında karakola varmıştık; çünkü sirenler, sokakların yüzlerinde hafif mutluluk okunan kişilerle dolup taşacağını haber veriyordu. (Hafif bir mutluluk; iş bitiminde pek sevinmek, işin bir yük olduğu anlamına gelebileceğinden yasaklanmıştı çünkü; oysa işe başlarken sevincinden bayram yapmak, sevincinden şarkılar söylemek gerekiyordu.) Yani biraz daha geç kalsak, sokakları dolduracak bu binlerce kişinin yönetmelik gereği atacağı tükürüğe hedef olacaktım. Ama paydosa on dakika daha vardı. Paydosa on dakika kala çalıyordu sirenler; çünkü herkes şimdiki devlet başkanının “Mutluluk ve Sabun” parolasına uymak ve işi bırakmadan on dakika adamakıllı yıkanıp temizlenmek zorundaydı.
Basit bir beton yığını olan semt karakolunun kapısında iki nöbetçi bekliyordu. Ben yanlarından geçerken o adet haline gelmiş e başvurup kasaturalarıyla şakaklarıma güçlü darbeler indirdiler, tabancalarının namlularıyla pat küt yapıştırdılar köprücük kemiklerime ve böylelikle 1 numaralı devlet yasasının giriş bölümünde söylenilen sözleri yerine getirdiler, 1 numaralı devlet yasasının kendisi ise şöyle der: “Her polisin, yakalanan kimselere zoru temsil ettiğini göstermesi gerekir. Ancak yakalanan kimseyi yakalayan polis gereken bedensel cezalandırmalara sorgulama sırasında başvurmak mutluluğuna ereceğinden bu buyruk dışında kalır.” 1 numaralı devlet yasasının kendisi ise şöyle der; “Her polis, her kişiyi cezalandırmak yetkisine sahiptir. Suç işlemiş herkesi cezalandırmak zorundadır, hiçbir arkadaş için cezadan bağışlanma diye bir şey yoktur. Cezadan bağışlanma olanağı vardır.”
Derken, büyük büyük bir sürü penceresi bulunan uzun ve çıplak bir koridordan geçmeye başladık. Koridorun bitiminde bir kapı kendiliğinden açılıverdi, çünkü nöbetçiler gelişimizi içeriye bildirmişti. Herkesin mutlu bulunduğu, kimsenin kötü, yakışıksız bir davranışa kalkışmadığı, herkesin tüketimi emredilmiş yarım kilo sabunu harcama yolunda çaba gösterdiği o günlerde yakalanmış bir kişinin (bir tutuklunun) gelişi büyük bir olaydı.
İçerisinde yalnız telefonlu bir yazı masasıyla iki koltuk bulunan, nerdeyse boş denecek bir salona girdik. Benim, salonun orta yerine gidip durmam gerekiyordu. Polis ise miğferini çıkarıp oturdu. İlkin ortalık sessizdi, olup biten bir şey yoktu. Hep böyle yaparlar, işin en berbat tarafı da budur zaten. Yüzümün giderek ufaldığını hisseder gibiydim, yorgun ve açtım. O üzüntü mutluluğunun son zerresi de silinip gitmişti üzerimden. Çünkü biliyordum ki, hapı yutmuştum artık. Aradan birkaç saniye geçti. Üzerinde ön sorgu yargıcının üniformasıyla sarı yüzlü, uzun boylu biri, sessiz sedasız girdi içeri. Bir şey söylemeden oturup bana baktı.
“Mesleğiniz?” diye sordu arkadan.
“Sadece bir arkadaş.”
“Doğum tarihiniz?”
“1.1.1” diye cevap verdim.
“Son işiniz?”
“Tutukluluk.” İki görevli bakıştı.
“Tutuk evi ve çıkış tarihiniz?”
“Bina 12, Hücre 13, dün.”
“Salıverildiğiniz yer?”
“Başkent.”
“Belgeniz”
Cebimden tutukevinden çıkış belgesini alıp uzattım; verdiğim cevapların yazıldığı yeşil karta iğneledi belgeyi.
“O zaman ki suçunuz?”
“Mutlu bir yüz.” iki görevli bakıştı.
“Nasıl?” dedi ilk sorgu yargıcı.
“O zaman…” dedim, “Başkanın ölüm günüydü, herkesin yas tutması buyrulmuştu. Yüzümdeki mutluluk bir polisin dikkatine çarptı.”
“Ceza süresi”
“Beş yıl.”
“Hal ve gidiş”
“Kötü.”
“Neden?”
“Çalışmamın yetersizliği…”
“Sorgulama bitmiştir.”
Derken ön sorgu yargıcı ayağa kalktı, üzerime doğru geldi bir vuruşta tam ortadaki üç ön dişimi kırdı. Böylelikle sabıkalı damgasını yemiş oluyordum. Beklemediğim sert bir önlemdi, bu. Arkadan ön sorgu yargıcı odadan çıkıp, haki üniformalı şişman bir genç adam olan sorgu yargıcı içeri girdi. Sorgu yargıcı, üst sorgu yargıcı, baş sorgu yargıcı, hazırlık yargıcı ve son yargıç, hepsi de pat küt indirdiler. Beri yandan da polis, yasaların buyurduğu bedensel cezaları uygulamakta gecikmedi. Beş yıl önce yüzümdeki mutluluktan ötürü nasıl beş yıl hüküm giydimse, şimdi de yüzümdeki üzüntü nedeniyle on yıl hüküm giymiş bulunuyorum. Şu önümdeki mutluluk ve sabun taşan on yılı bir atlatabilirsem artık yüz diye bir şey taşımamanın yoluna bakacağım…
Yorumlar
Yorum Gönder