“Öldüğünde Neye Veda Etmek Zorunda Kalacaksın?”
Yaratıcının cehennemi simüle ettiğini düşündüğüm bir acayip Ağustos günü. İçeride saçlarımın uçuşmasına sebep olan hafif esintili bir yaz akşamı kahvecisi. Sağımda solumda dünya telaşlarıyla yorulmuş, bıkmış sürekli söylendiklerini duyumsadığım silüetler. Tam karşımda durup dakikalarca kitlenip seyredebileceğim bir çocuk parkı. Varlığımın pek bir şey ifade etmediği bu cafe sandalyesinde, bunca memnuniyetsizliği delip geçecek bir sevince hasret kaldığımı fark ediyorum. Tükenmiş, huzursuz ve kaybolmuş ruhlar geçiyor yanımdan birer birer. Bir yerden gelenler, nereye gittiğini bilmeyenler, sadece işini yapanlar ama zihinleri bambaşka alemlerde at koşturanlar… Soğuk su şişesinin üzerindeki damlacıkların az sonra buhar olup uçacak olmalarına takılıyor gözüm. Her kelimesi zorlama olan bu yazının “benden neleri sağalttığını” düşünüyorum. Masaya, çocuklara, bedenlere, oturduğum sandalyeye, su şişesi üzerindeki damlacıklara bile yer verdiğim kelimeler ordusunda, hala herhangi bir gerçekçi hissime değinmemiş olmama şaşırıyorum. “Ne hissediyorum?” diye durup düşünmeyi unutuyor muyum yine son zamanlarda? Yoksa korkuyor muyum hissetmeye? Bu ölememekten, ölümden daha fazlasında korkmakla eş değer bir his gibi. Olgusuyla ve zıddıyla sıkıştırılmış sanki. Öyleyse bir ölüm olduğunda veda etmek zorunda kalacağımız her bir hissi özenle işlemek, varlığıma bir kanıt bırakmak arzusuyla hissetmeyi deneyimlemeyi seçerek, iştirak ediyorum kalemle kağıdımla sözleştiğim bir buluşmaya daha. En azından yaşama dair bir emare barındırıyor nüktesinin içinde.
Çok uzun süredir yazamıyordum. Yazdığım her cümlenin mükemmel olması gerektiği beklentisine kapıldığım için bir türlü kendime nefes alma boşlukları bırakamıyordum. Durmadan, beklemeden sadece yaşıyor, yaşıyor ve yaşıyordum. Aslında tam anlamıyla yaşamak mı denir bilmiyorum, daha çok vakit doldurmak. Böylece bana dair olanları ortaya koymaya ne ihtiyaç ne zaman olacaktı. En harikulade yaşam manifestosunu haykıramayacaksam eğer o kürsüye çıkmanın anlamı yoktu. Ruhumdan dökülenlerin sadeliği yetersiz hissettiriyordu. Gerektiği kadar büyüleyici ve ilgi çekici değilse yazmaya ne gerek vardı. Tıpkı çok uzun süredir gerçekten yaşamayışıma, vakit dolduruşuma uydurduğum sebepler gibi… Varlığım yeterli derecede bir fark yaratmayacak ise görünmenin de bir anlam ifade etmediği yanılgısına kapılmıştım. Ama aslında en kendim olduğum halimle sadece orada olmalıydım; ihtiyaç duyulduğumda. Biri bedenini boşluğa öylesine bıraktığında kollarını yana açmış bekleyen ve onu kucaklamaya hazır olmalıydım. Ötekinin gözlerinden süzülmeye başladığında yaşlar, istiridye misali her bir damlayı inciye dönüştürmek için kalbime almalıydım. Koruyup kollamalı özenle işlemeliydim. Umutsuzluğa mı düştü biri, parmağımın ucuna oturtmalıydım ufuk çizgisini ve göstermeliydim ona güneşin doğuşunun da batışının da bizim için olduğunu. Suratını astığında birileri, en sahici gülümsemesinin, en şen kahkahasının vesilesi olmalıydım. Yolunda çukurları olduğunda kova kova toprak taşımalıydım hadi birlikte bir daha bir daha diye diye… En çok da kendim için büyük bir cesaretle kucaklamalıydım saniyelerini teker teker devirdiğim her anın mucizelerini. Belki de şimdi şu anda her şey bitse kendime özenmediğim her günün ve her anın ağırlığıyla vedalaşacağım.
Günlerdir zihnimin en kuytu köşelerinde dolaşıp duruyor bu soru: “öldüğünde neye veda etmek zorunda kalacaksın?” Tek başıma bir türlü karanlığına bakmaya cesaret edemediğim derinliğime karşı bu soru sanki elimden tuttu ve beni bilinmeyen zihin dehlizlerime doğru sürükledi. Orada olduklarına ihtimal bile vermeyeceğim gerçeklerle karşılaşmama sebep oldu. Birçok yaşanmışlığın uçup gittiğine inanıyorken, hiçbir şeyin bir yere kaybolmadığıyla yüzleştim yine. Aslında hepsi orada beni bekliyorlardı; gelmemi ve onları bulmamı… Onlara bu kadar yaklaşmışken bana neler fısıldadıklarına da kulak kabartmadan olmazdı, neticede beni en iyi bilen ve fark edenlerdi. Bana ve belki de bize neler söylemek isterlerdi? Çünkü biliyorum ki benim kadar bu yazılanlardan bir şeyler araklayacaklarınız var…
“Öldüğünde neye veda etmek zorunda kalacaksın?”
Yaşanmaya cesaret edilememiş bir ömüre. Hep -mış gibilerin insanı oldun sanki. Hep hayal ettin, umut ettin, merak ettin pencerenin ardındakileri. Ancak oturup bir köşeden dışarıyı seyretmelerin ötesine geçemedin bir türlü. Denizin kumlar üzerine serilişine hayran hayran baktın da, taşlar ayağımı incitir, keser, kanatır diye sokamadın ayaklarını suya. Güneşin doğuşunu da, batışını da pencerenin dört çıtalık çerçevesi ardında gözledin. Uzatıp da kafanı ufka uçsuz bucaksız bir anda kaybolup gidemedin.
Öldüğünde yaşanamamış bir hayata ya da yaşanma ihtimali olan tüm o güzelliklere de veda edeceksin saklanmaya, gizlenmeye devam ettikçe. Her günün sonunda o ölü ihtimaller ordusuna bir yenisini daha eklemiş olacaksın. Böylesine korku doluyken umutlarının bitip tükenmemesi de ne garip. Kendi kendine yaşama, yaşadığına dair birer kanıt adeta her bir umut tanesi.
Olmak isteyip de olamayışına veda edeceksin. Derin anlamlar barındıran bir hayat yaşama telaşına düşünce, boğulup kaldın belki de o derinliğin dibinde. Derinlere inmeye kalkışırken olmayışların her birini sırtına yüklenip de devam etme. İnsan bırakmayı bilmeli.
Seçemediklerine… Seçmeye cesaret edemeyişinle seçmiş olduklarına. Seçimsizliğin de aslında bir seçim olduğunu anlaman şaşkınlık verici olsa da, nihayetinde bu gerçekle buluşmuş olmana seviniyoruz şimdilerde.
Sana ait sahici hisleri akıttığın defterlerinde hapsolmuş her şeye…
Keşkelerine… İnsanın yaşam başarısını “keşke” barındırmayan bir hayatla ölçüldüğü ile rastlaştın geçenlerde. Keşkelerinle verdiğin savaşta beyaz bayrağı çekmene bu sebep oldu kesinlikle. Hayat dediğimiz budur belki de. Kendinle verdiğin savaşlar.
Bu anın sıradanlığına veda edeceksin. Öylesine yaşayıp gidiyor gibi hissederken aslında tam olarak şimdiyi iliklerine kadar deneyimlediğin mucizevi anlardan birindesin. Ne geçmişle kavgan, ne de gelecekle ilgili beklentin. Onlarca cümle arasında seni başlangıç noktasına taşıyan tek bir cümle dahi olsa “yeter”desin. Tahmin edemediğin tonlarca şeyin karşısında, inancın ötesinde bilmekte aslında eminsin.
Küçük bir fısıltının haykırdıklarını dinleyip uzun uzun düşüncelere dalmanın ardından yaşamaya cesaret edemediğim hayatıma bu yazdıklarım ve sözlerim…
Hiçbir ağrı sızı hissetmediğim o ilk sabaha uyandığımda kendime bir söz vermiştim. "İyi hissederek uyandığım her günün kıymetini bileceğim" diye. Şimdi tam şu an da önümde ikisi boş, biri dolu olan üç kahve fincanı ve onlarca insan silüetinin durmadan akıp gittiği bir cafe’de, trafiğe çocuk seslerinin karıştığı bir Ağustos akşamında, kendime verdiğim bu sözü hatırlıyorum ve harekete geçmenin heyecanıyla doluyorum.
Olmayışların bünyemde bıraktığı acabaları kenara sıyırıp olabilecek güzelliklerin, ihtimallerin kuyruğuna bağlıyorum şimdi uçurtmamın ipini. Süzüleceğimiz ve var olmayı seveceğim çok gökyüzüne sahip bu dünya. Ait hissedemediğimiz yerleri bırakıp bazen savrulup sokulabileceğimiz tonlarca bulutu olan birçok hava boşluğu. Bir küçük veda anından sonra ellerimizden akıp gidip kaybolacak olan bu hayatı, iliklerine kadar yaşamanın arzusu ile yeryüzünde daha önce hissedilmemiş hiçbir duygunun, düşünülmemiş hiçbir hayalin, denenmemiş hiçbir fikrin kalmamış olmasının ürpertici gerçekliğine rağmen bitmek bilmez, tükenmez bir merakla, kabulle artık gerçekçi ve tam anlamıyla kendim olduğum halimle yaşamayı seçerim. Böylece ismimi hatırlayan hiçbir canlı kalmadığında, varlığım herhangi bir uzamsal boşluğu doldurmadığında bile, bu dünyadan keşkesiz kendim olarak geçip gitmiş olmanın gururuyla hiçbir şeye veda etmek zorunda olmayışıma sevineceğim. Sarsıcı etkisiyle içimdeki fısıltılara mikrofon uzatmamı sağlayan bir cümlenin, benliğimde yarattığı sahici farkındalık ile üretebildiğim ve bana ait olan en güzel duygumla yani sevgimle yeniden derin derin nefesler almanın keyfindeyim…
Yüreğinize,kaleminize sağlık
YanıtlaSilSamimi,içten duygular yazıya akmış çok beğendim👍